La Bourgogne Républicaine'de yayımlanan, gazeteci Albert Chamoy imzalı yazıda, bir Fransızın o dönemki Türkiye algısı ve İzmir ziyareti sırasında yaptığı ilginç saptamaların yanı sıra, okurken artık belleğimizden silinmeye yüz tutmuş 'Eski İzmir' anlatıları ile rastlaşmak da yazıyı bugün bile hayli ilgi çekici hale getiriyor. 

50'li yılların İzmir'inde keyifli bir beş dakika geçirmeniz dileği ile...

Eylül, İZMİR - Ülkeleri hakkında konuşurken biraz şiirsel olan Türkler, İzmir'i "Güzel İzmir" veya "Ege'nin İncisi" olarak tanımlıyorlar. Konuşurken hızını alamayan birkaç kişinin de İzmir körfezi için dünyanın en güzel körfezlerinden biri dediklerini duydum. Şehre dair rastladığım en ilginç güzelleme ise; sahildeki bazı yapıların duvarına, İtalyanların ünlü "Napoli’yi görmek gerek" sloganını tiye alarak yazıldığını tahmin ettiğim "İzmir'i görmeden ölmeyin" cümlesi oldu.

Rodos'tan başlayıp, irili ufaklı Ege adalarına uğrayarak 15 saat süren uzun bir yolculuğun sonunda, methini çokça duyduğum İzmir’e, anlatılanları kendi gözlerimle görmeye geldim.

Gerçek şu ki vapurla körfeze girdiğimde yaklaşık elli kilometrelik sahil boyunca vahşi doğa ve yeşil kırların birbirini takip ettiği, ağaç bitmeyen dev kayalık tepelerin sonunda film dekorunu andıran küçük köylerin olduğu, heybetli ve bir o kadar renkli bir manzara ile karşılaştım.

Körfez tek kelime ile harika. Güneşin kusursuz bir ışıklandırma ile Yamanlar Dağı'ndaki renkleri ortaya çıkartması, dağın eteklerinde pembe ve beyaz rengin hakimi olduğu köyler, İzmir’e dair gördüğüm ilk kareler oldu. Körfezin girişinden merkeze yaklaştıkça Pagos Dağı'nın eteklerine konuşlanmış, yeşil, gri, sarı, kırmızının her tonunu bir arada görebildiğiniz, minarelerin kentin çeşitli yerlerine dikilmiş devasa beyaz mumları anımsattığı eşsiz bir manzara ile karşılaşıyorsunuz.

Manzara güzel olmasına güzel. Lakin buradaki Türk arkadaşlarımı kırmak pahasına yine de tercihimi Napoli’den yana kullanacağımı söylemek zorundayım. Kim bilir? Belki de bu tercihimin sebebi yalnızca Vezüv’ün ihtişamı yüzündendir.

Büyük Velinimet: Atatürk

1924 yılında genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk, ülkesini reforme etmek için hayatını adadı. Özellikle laik eğitim sistemi, Gregoryen takvime geçiş, Medeni Kanun gibi birçok ilerici adımın hayata geçmesini sağladı.

Bugün, ölümünden on üç sene sonra dahi Atatürk; Türkler tarafından ülkesinin en büyük hayırseveri, kurtarıcısı olarak görülüyor. Gazi’nin bir heykeli de İzmir limanının girişine ölümünden sonra dikildi. Türkiye’yi Avrupalı, modern, bugünün dünyasıyla nefes alıp veren büyük bir ulus haline getirmeyi başarmış bu büyük devlet adamından önce ise Türkler, bir hükümdarın altında ezilen, ortaçağ oryantalizmi gelenekleri ile yaşayan bir tebaadan ibaretti.

Türklerin kelimeleri ile kendi fikirlerimi harmanlayarak şunu söylemek isterim: Okullar-hastaneler yaptıran, kadınlara seçme ve seçilme imkanı sunan, modernleşme karakterini ulusuna aşılamayı başarmış adam, Yaşasın Atatürk!

Neden böyle bir girizgah ile yazıma başladığımı ancak buraya gelince anlayabilirsiniz. İzmir sokaklarında dolaştığınızda gözlemlediklerinize, keşfettiklerinize inanamıyorsunuz. Çok iyi giyimli bir taksicinin kullandığı, iki atın çektiği, hayranlık uyandıran büyük faytonlar; çalıştıkları ofislerden çıkan dekolteli, küt saçlı, alımlı kadınlar; muntazam giyimleri ve sakal tıraşı eksik olmayan fötr şapkalı beyefendiler…

Doğuyu hicveden karikatürlerdeki gibi geri kalmış, fakir bir Küçük Asya beklerken, çok modern bir Batı medeniyeti ile karşılaşıyorsunuz. Bizim anladığımız 'Doğu' kültürünü görmek için sanırım burası biraz fazla 'Batı'da kalıyor.

Yalnız tek bir şey var: Eğer şort ve çok yazlık bir kıyafet ile şehirde dolaşıyorsanız fazlaca insanın sizi hayran ve utangaç bakışlarla süzdüğüne tanık olacaksınız. Her ne kadar modern olsalar da İzmirliler, henüz bacakları açıkta gezen insanlara alışamamış görünüyor.

Dünyanın En Mutlu Şehri

Şehrin adının henüz resmi olarak Smyrna olduğu dönemde İzmir, çok kıskanılacak bir unvanla "dünyanın en mutlu şehri" olarak anılırdı. Sebebi ise aşikar. 1409’dan 1922’ye kadar, tam beş yüz yıl boyunca ne bir savaş, ne bir işgal, ne de bir salgın hastalık bu şehre uğramamış. Dünyayı kemiren onca hadise meydana gelirken bu şehirde insanlar barış ve huzur içinde yaşamışlar.

Bu muhteşem huzur vahasında İzmir sadece her yere ün salmış halıları ve üzümleri ile dünyada gündem oluyordu. Bu geleneği bozan felaket ise 1920’de imzalanan Sevr Anlaşması’ndan sonra Yunanistan’ın Küçük Asya’yı işgali oldu. Bölgedeki Türkler isyan edip Kemal Paşa’nın ordusuna katıldılar ve 9 Eylül 1922’de Venizelos’un birliklerini yenilgiye uğratarak İzmir’deki savaşa son verdiler.

Ne yazık ki felaketler birbirini izliyordu. Savaşın bitiminden tam dört gün sonra liman bölgesi yakınlarında bir yangın çıktı. Sadece sonbaharda esen dönemsel rüzgarlar ile yangın çok büyüdü ve iki gün boyunca evleri, sokakları, mahalleleri küle çevirdi. Yangın sona erdiğinde bilanço çok ağırdı: Yüzlerce ölü ve kül olmuş bir şehir…

Felaketin yol açtığı hasar on dokuz yıldır onarılmaya çalışılıyor. Bu nedenle denize paralel Atatürk Caddesi boyunca ultra-modern hatlara sahip birçok yapı ile karşılaşıyorsunuz. Şehrin yangından etkilenmemiş bölgelerinde ise tarihi yapılar dikkat çekiyor. Bunlardan en önemlilerinden biri de Kızılçullu diye tabir edilen bölgede, 15. yüzyılda Romalılar tarafından inşa edilmiş ve bugüne kadar korunmuş olan devasa su kemeri…

Bir diğeri ise nispeten yakın dönemde inşa edilmiş ve tipik Türk tarzını yansıtan Saat Kulesi.

Ve küllerinden doğan bu şehrin bugünlerde en önem verdiği yer ise Kültür Park. Her yıl Uluslararası İzmir Fuarı’nı konuk eden bu büyük park, irili ufaklı beyaz, beton yapılar ve sayısız endemik bitki ve çiçekle bezeli.

Almanya Var, Fransa Yok!

Ziyaretim esnasında bu seneki fuarın hazırlıkları şehrin tüm sokaklarında devam ediyordu. Kültür Park’ın içinde yeni boyanmış pavyonlar, yeni kurulan stantlar hazırlanırken, onlarca bahçıvan çimleri suluyor ve peyzaja son şeklini vermeye çalışıyordu.

Limanda toplanmış yüzlerce irili ufaklı gemi yüklerini boşaltırken, vapurlardan indirilen devasa kutuların üzerinde tüm dillerden marka adı veya uyarı yazısı okuyabiliyordum. Yalnız bir dil hariç; Fransızca!

Bu fuar yalnızca Türkiye’deki değil, tüm Ortadoğu’daki en önemli ticari faaliyet özelliğini taşıyor. Bu organizasyon kendini Lübnan, Suriye, Irak, İran, İsrail, Mısır ve diğer tüm Arap ülkeleri ile Batı’nın buluşma noktası olarak konumlandırıyor.

Fuarın organizatörleri, eski nesil Türklerin çoğunluğu gibi Fransızca biliyor ve Fransız kültürüne hakimler. Duyulan bu sempati sebebiyle olsa gerek; aslında Fransa fuarın 1 numaralı konuğu olarak davet edilmiş lakin ne yazık ki bu önemli organizasyonun davetine cevap veren olmamış. Türkler yine de Fransa için en büyük pavyonun girişinde hazırlanan yere kimseyi almamış. Ne yazık ki orayı öyle boş görmek beni çok üzdü.

İtalyanlar, Belçikalılar, Çekler, Almanlar, İngilizler ve Amerikalılar ikişer stantta temsil edilirken diğer birçok ülke birer stantla fuarda yer alacak. Yalnızca bizim, Fransızların, burada olmaması çok üzücü.

Gastronomik Deneyimler

Dar vaktimde İzmir’deki her şeyi görmek için fuardan istemeden de olsa ayrıldım. Güzel Roma heykelleri, Saat Kulesi, su kemerleri ve bir Ceneviz kalesinin yıkık duvarları arasına konuşlandırılmış antik eserler müzesi; hepsi görmeye değer, benzerine rastlamanın çok zor olduğu yerlerdi. Kadifekale’ye çıkıp şehre, körfeze doğru baktığınızda karşınızda beliren manzara ise insanın içinde hayranlık uyandıran cinsten.

Frenk Mahallesi'nde Bir İtalyan | De Virgili - 1846 Frenk Mahallesi'nde Bir İtalyan | De Virgili - 1846

Bu geziden sonra vaktimi bir turist geleneğine kurban ettim. Evet, alışveriş için çarşıya gitmekten bahsediyorum. Şahsen, kapalı çarşının karanlık sokaklarından geldiğinizi sezen kurnaz İzmirli esnaflara pek rastlamadım. Göğsümde gezdirdiğim fotoğraf makinamın ihtişamından etkilenen, açgözlü birkaç pazarlıkçı dükkan sahibi dışında tabii.

Gastronomik gözlemlerimle devam edeyim. Yerel spesiyalitelerin hepsini tatmaya çalıştım. Sizi temin ederim ki İzmir üzümü evrensel şanını gerçekten hak ediyor. Ayrıca burada yediğim kayısı, şeftali ve incir ile bizim Fransa’da yediklerimiz kesinlikle aynı şey değil.

Bir de buraya özgü bir böğürtlen şarabı keşfettim. Şarabı içerken bana dondurma ikram eden dükkan sahibi: “Dikkat edin, dökmeyin. Bu şarabın lekesi çıkmaz.” diyerek beni nazikçe uyardı. Şaraptan da çok keyif aldım, harika bir içecek. Ancak bir Fransız olarak şunu söylemeliyim; hala ilk tercihim Voinay 1947. - Albert Chamoy

Çeviri: Efe Yelbuğa / 35 Punto